ARKA SIRADA TEK OTURMAK

Arka
sırada 
tek
oturmak 
emperyalizme 
kafa 
atmaktır.



Yıllardan, alıcılarım kapalı; aylardan, okullar açık.

Okula başlayalı henüz bir ay olmasına rağmen Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri yani sınıf arkadaşlarım, havaya girip bazen Ahmet Hamdi Tanpınarcılık, bazen Mehmet Kaplancılık, bazen de Nihat Sami Banarlıcılık oynuyordu. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nden Resimli Türk Edebiyatı Tarihi’ne muhtelif renk, şekil ve ebatlarda kitapların ellerden hiç düşmediği bir iklimi teneffüs ediyordum.

Elli sekiz kişilik sınıfın ortadan en arka sırasını mesken tutmuş biri olarak tek oturmanın hayli keyifli, havalı ve sakıncalı olduğunu söyleyebilirim. Bayan arkadaşlarımın pusulalarını şaşırıp bazen ben gelmeden yerimi kapmalarını saymazsak – ki bu çok nadir bir durum olarak zabta geçmiştir-  orta bloğun en arka sırasını üzerime zimmetli hatta tapulu kabul etmiştir sınıf eşrafı. Nasıl toprağı değerli kılan üzerinde yaşayan insanların tavır ve tutumları ise biz de zamanında o nazlı sırayı tavır ve tutumlarımızla değerli kılmışızdır bir bakıma.

Arka sırada tek oturmak, tıkır tıkır işleyen sistemin tekerine çomak sokmaya yeltenme girişimidir. Arka sırada tek oturmak, bireysel mevcudiyeti hiçe sayıp kendini inkar noktasına getiren insan ırkının hatasıyla, günahıyla var olma mücadelesinin adıdır. Arka sırada tek oturmak, üretmekten yoksun bir zihniyetin tükete tükete fikren öküze dönmesini protesto etmektir. Arkada sırada tek oturmak; varlık, Türk varlığına armağan olurken sürü psikolojisinden kurtulup aşırı egzistansiyalist bir tutumla ırksız bir toplum oluşturabilme çabasıdır.

Edebiyat okuyanlar bilir, Yeni Türk Edebiyatı dersinin ne baba bir ders olduğunu. Bu durum tarih boyunca değişmemiştir. Hatta Babil İmparatorluğu’nun ilk kralı Hammurabi’nin Sümer ve Akad gibi saygın iki devlete son verdikten sonra bu devletlerin krallarını ve onların yardakçılarını Yeni Türk Edebiyatından imtihana tabi tuttuğu ve yapılan imtihan sonucu,   sınıfın yarısını bütünlemeye bıraktığı günümüze kadar gelen rivayetler arasındadır.

Normal şartlar altında, Yeni Türk Edebiyatı dersine yüksek rütbeli, devlet terbiyesi almış; makama hürmeti devlete hürmet sayan, bürokrasinin içinden gelen ve protokol kurallarını hayat felsefesi haline getirmiş bir bölüm başkanı giriyorsa İntibah romanındaki Dilaşub’un Mehpeyker’e oranını bilmekle kalmayıp oturuş kalkışınıza da azami dikkat etmek durumunda kalırsınız.

İşte böyle bir mevsimde hoca derse giriyor. Yoklama kağıdını imza için ilk sıradaki öğrencilere uzatıp ısındırma durumlarıyla derse giriş yapıyor. İçimde, aslında neden olduğunu bildiğim, kötü bir his var. Bu adam bu sefer bana çatacak, diye düşünüyorum. Sağ cenah ve sol cenah da dahil blokların düzeninde hiçbir anormallik yokken benim bulunduğum bloktaki  düzensizliğin baskısıyla kendimi derse veremiyorum. Bulunduğum bloğun en ön sırasında iki kadim dost otururken en arkada da her zamanki gibi ben otuyorum. Fakat her zamankinden farklı bir durumun varlığı da gözden kaçacak gibi görünmüyor. En ön sırayla benim oturduğum en arka sıra arasındaki bütün sıralar boş. Bu durum haliyle yukarıda belirttiğim “arka sırada tek oturmak” manifestosunu olduğundan yüz kat daha güçlü bir şekilde sembolize etmek anlamına geliyor ki bu da  “Yeni Türkçü ile kokmamıza ramak kaldı” ifadesinin başka bir versiyonu olma özelliği gösteriyor.

Evet, gayet rahatsızım. Adamın sınıftaki en ufak bir meseleden dolayı dersten attığı öğrencinin haddi hesabı yok. Rahatsızım çünkü bölüm başkanıyla takışacak kadar havamda değilim.  Adamla göz göze gelmemek için büyük gayret sarf ediyorum. Hatta rahatsız bir şiir yazmak için kalemime davranıyorum ki hoca şah çekiyor:

-Arkadaki, gel şuraya otur.

Nasıl da net duymuştum emir kipinde kurulmuş bu cümleyi. Şansımı denemekten başka çare bırakmadı hoca bana. Evet, bana kısa vadede herkesin duyduğu bu emir cümlesini duymamazlıktan gelmekten başka çare bırakmayan hocaya aşk olsun.

Aradan beş dakika geçmesine rağmen bana aynı emir cümlesini tekrarlamayan hocaya gönül koymaktan vazgeçip “halden anlayan adamın tavrı başka oluyor, yediği nanenin farkına vardı ki oda beni görmezlikten geliyor” gibi iyimser cümleler geçiyor içimden. Fakat elimde kalem, tedbiri de elden bırakmayıp rahatsız bir şiir yazma rolü oynayan ve can kulağıyla dersin bitmesini bekleyen zavallı ve onurlu bir öğrenci olduğumun da gayet farkındayım.
Ders anlatan hocanın sesi aniden kesiliyor ve biraz tehditkar, biraz kırıcı:

   -Hey, arkadaki… Sana öne gel demedim mi az önce?

  Avcının elinde madara olmuş uçma bilmeyen karga gibi hissediyorum kendimi ve bir kez daha şansımı deneyip o tarafa hiç bakmıyorum. Hatta sağır numarası yapıyorum bir an. Ama adamın ses tonu bu sefer ne kadar kararlı olduğunun da kanıtı gibiydi:

  -Sana söylüyorum, derhal öne gel.

   Bana seçme ve seçilme hakkı bırakmayan bu son ifade karşısında çok kısa zamanda bir tavır belirlemeli idim. Ya derhal ön sıraya gidecektim kuzu kuzu ya da:

“Gelmiyorum.” dedim ani bir refleks, kararlı bir ses tonu ve adamın gözbebeklerinin içini tahlile çalışan deli doktoru gibi. Bir an pişmanlık duyar gibi olsam da “bu sıraya kıymet veren benim” düşüncesindeki kadim huzurla, “ne olacaksa olsun”daki isyan hissinin  birleşmesiyle dayanılmaz bir mutluluk hissediyor insan.

-Geleceksin.
-Gelmeyeceğim.
-Çabuk gel buraya.
-Gelmiyorum.
               
  Bölüm başkanının gözündeki amacı doğru okuyor isem adamın bu işin peşini bırakmaya niyeti yoktu. Tüm sınıf dönmüş dehşetle bana bakıyordu. Hoca son hamlesini yaptı:

-Çık dışarı.
-Çıkmıyorum

   Gemileri yakmıştım artık. Kısa kısa düşünüyordum geleceğe dair ve ne olursa olsun geri adım atmayacaktım. Bu kararlı tavrımı anlamış olacak ki yavaş yavaş yanıma doğru yaklaştı. Gözümü gözünden hiç ayırmadım. Yaklaştıkça yüzünün kıpkırmızı ve kan ter içinde olduğunu daha iyi görebilmeye başladım. Hayatında yenilgi nedir bilmeyen bir komutanın Malazgirt Meydanında küçük düşmesi gibi bir durumdu bu. Attığı tokadın hesabını Çaldıran Ovasında tarihe gömülmekle ödeyen bir Şah’ın gözlerini gördüm hocanın gözlerinde. Daha da yaklaştı, kulağıma eğildi:

   - Sen bittin oğlum, dedi.

   Arkasını dönüp uzaklaştı yanımdan ve tez vakitte toparlayıp kendini, kaldığı yerden ders anlatmaya devam etti. Aslında acımıştım hocanın haline. Vicdanım sol taraftan beni hafifçe dürtse de aslında haklı olduğumun bizzat beynim tarafımdan kesin dille tescili pişmanlık duymama engel oldu.

Başkan, bizi bütünlemeye bıraktı.

Muhtelif zamanlarda Yeni Türk Edebiyatı dersi şahsımızı zorlasa da o gün, İkinci Viyana Kuşatması’ndan beri süregelen savunma durumunun Sakarya Meydan Muharebesi  ile tersine dönme günü olduğunu biliyordum. O gün makus talihimizin kırıldığı, damarlarımızdan akan kanın çağlayıp aktığı gündü.  

Şimdilerde, öğrencilerime önde oturmalarını telkin ediyorum zaman zaman. İtiraz etmeden kayıtsız şartsız emrime itaat ettiklerinde de bazen kızıyorum kendimce. Güce kendini feda edenler, gücü ele geçirince kendileri gibi güçsüz kimlikler yaratıp egolarını tatmin etme yoluna giderler. Sonra başka nesil, başka nesle gücünü gösterme eğiliminde olur ve yine kimliksiz tiplerle ülke sorunlarını anlamaya ve aynı yola aynı yarım kürede yürümeye maruz kalırız.

Arka sırada tek oturmak emperyalizme kafa atmaktır.


                                           :ğzhnyvz


               






posted under |

0 yorum:

Yorum Gönder

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa